1 Ağustos 2013 Perşembe

Korsan Halkla İlişkiler Elemanı

Halkla ilişkiler kavramını doğru algılayalım..

Günümüzde Türkiye’de halkla ilişkiler adı çok kullanılmasına rağmen, halkla ilişkiler kavramını yanlış, kendi çıkarına ve bilmediği halle kullanmaya çalışanlar var. 
Türkiye’de birçok işletme yaptığı reklam, satış, pazarlama vb. birçok işi halkla ilişkiler olarak algılamaktadır. 
Halkla ilişkiler, öyle görüldüğü gibi basit ve herkesin bilebileceği bir kavram değildir. Halkla ilişkilerin böyle algılanmasının en önemli nedeni her konuda olduğu gibi bu konudaki bilgisizlikten kaynaklanmaktadır. 
Peki ; milyon dolarlık şirketleri krizlerden kurtaran, yanlış yönetildiğinde krizlere neden olan, kurumun geleceğini planlayan, bir ürüne satış rekorları kırdıran çalışmaları içeren bu bilim dalını hepimiz gerçekten biliyor muyuz ? 
1995 yılında göreve gelen ve ilk Türk PR başkanı olarak tanınan Betül Mardin’in tanıma göre halkla ilişkiler ; “ Kamuya ya da özel kuruluşların olumlu bir imaja sahip olmaları için gerekli tanıtım politikasının saptanması, kuruluşların bu doğrultuda yönlendirilmesi, insan grupları ve kuruluşlar arasında bilgi akışının sağlanması ve bu bilgi akımının gerekli etkinliği kazanarak amaçlanan sonuca ulaşması için yapılan planlı faaliyetlerdir.” 
Halkla ilişkiler, davranışlarınızın, söylediklerinizin ve başkalarının hakkınızda söylediklerinin sonuçlarıyla yani "itibarınız" ile ilgili bir uzmanlık alanıdır. Halkla ilişkiler çalışmalarının amacı itibarı korumak, desteklemek, artırmak ve düşünce, davranış biçimlerine etki edebilmektir. Bu etki şirket veya kurum ile hedef kitlesi ve hedef kitlesini etkileyecek kişi ya da gruplar arasında iletişimi sağlamak amacıyla yapılan önceden planlanmış çalışmaları kapsar. 
Bir süreç yönetimi olan halkla ilişkiler çalışmaları direk olarak iş hedeflerine de katkıda bulunmalı ve süreklilik göstermelidir. Bu çalışmaların hedefine ulaşabilmesi için kurum itibarının korunması ve yönetilmesinin organizasyonda elle tutulur faydalar sağlaması gerekir. Bu nedenle, sürekliği olan ve uzun dönem planlar, stratejilerin oluşturulmasında rol oynamalıdır. 
Unutulmamalıdır ki iyi bir itibar, bir anda kazanılamaz. Dikkatli bir şekilde oluşturulması ve dürüstlükle yönetilmesi gerekir. İletişimde yapılacak hata veya gerçekdışı mesajlar itibar kaybına neden olabilir. 
Halkla ilişkiler bir veya birden fazla yabancı dil bilmek değildir, insanlarla sohbet etmek değildir. Örneğin; Bir otele gelen turistleri karşılayan görevli bildiği yabancı dil sayensinde kendini halkla ilişkilerci olarak tanıtıyor veya bir iş görüşmesine gittiğinizde eleman arayan patron halkla ilişkilerin ne olduğunu kendi bilmeden halkla ilişkiler elemanı arıyorum diyor ve ortaya bir sürü korsan halkla ilişkiler elemanı çıkıyor. Bunun sonucunda bu kişiler yapmış olduğu işler yüzünden halkla ilişkiler kavramı yanlış algılanıyor. 
Bir dergi düşünün ilk sayfasında reklam en arka sayfasında ise tanıtım var. Halkla ilişkilercinin amacı ilk sayfada olan reklam değil en arka sayfada yer alan tanıtımdır. 
Bu işin eğitimini alan kişiler salak mı, aptal mı, enayi mi yoksa saf mı veya eğitim almamış kişiler çok mu uyanık yoksa çok mu akıllı? Lütfen sizden rica ediyorum;’’ bu yazıyı okuduktan sonra halkla ilişkiler ile ilgili düşüncelerinizi bir kontrol edin’’ 

6 Haziran 2013 Perşembe

En Çok Ziyaretçi Alan 20 İnternet Sitesi ve Az Bilinenler

      İnternet dünyasını yakından takip edenler Google, Facebook, YouTube ve Twitter gibi popüler sitelerin en fazla trafik alanlar arasında olduğunu bilir. Ancak paylaşılan son istatistikler, şaşırtıcı bilgileri gözler önüne seriyor.
      comScore‘un yaptığı ve Business Insider‘ın paylaştığı araştırmaya göre Facebook’un, Google’ı sollayarak şu anda dünyanın en fazla aylık tekil ziyaretçiye sahip olduğu bir kez daha kanıtlanmış oldu.
     Her ne kadar ABD merkezli internet şirketlerinin egemen olduğu bir liste olsa da Çin’in internet sitelerini yabana atmamak gerekiyor. 20 tane internet sitesinin sıralandığı listede beş tane Çinli internet sitesi bulunuyor. Her ne kadar eski popülerliğinden uzak bir tablo çizse de Yahoo’nun, listede dördüncü sırada olması dikkatimizi çekiyor.
    Öte yandan Microsoft’un, aylık tekil ziyaretçi bazında Apple’ı geride bırakmasının ilginç noktalar arasında olduğunu belirtelim. Lafı çok uzatmadan dünyanın en çok tekil ziyaretçisine sahip olan 20 sitesini paylaşalım.
Dünyanın en fazla aylık tekil ziyaretçisine sahip olan 20 internet sitesi
Facebook.com (836.7 milyon)
Google.com (782.8 milyon)
YouTube.com (721.9 milyon)
Yahoo.com (469.9 milyon)
Wikipedia.org (469.6 milyon)
Live.com (389.5 milyon)
QQ.com (284.1 milyon)
Microsoft.com (271.7 milyon)
Baidu.com (268.7 milyon)
MSN.com (254.1 milyon)
Blogger.com (229.9 milyon)
Ask.com (218.4 milyon)
Taobao.com (207 milyon)
Twitter.com (189.8 milyon)
Bing.com (184 milyon)
Sohu.com (175.8 milyon)
Apple.com (171.7 milyon)
WordPress.com (170.9 milyon)
Sina.com.cn (169 milyon)
Amazon.com (163 milyon)
Az Bilinen, Çok İşe yarayan 10 Google Servisi
Google'ın arama dışında depolama hizmetlerinden sosyal ağa birçok farklı hizmet sunduğunu biliyoruz. Şirket, bize bir belge düzenleme, video yükleme ve bir e-posta hizmeti de sunuyor. Ancak Google'ın önümüze serdiği olanaklar bu kadarla kısıtlı değil. Arama devinin bize sunduğu hesap etkinliği analizi, arkadaşlarınızın konumunu izleme gibi az bilinen hizmetler de var. İşte bunlardan bazıları.
Hesap etkinliği: Google hesabınız için etkinleştirebileceğiniz bir seçenek olan Hesap etkinliği, size her ay Google'ı nasıl kullandığınıza dair bir e-posta gönderiyor. Size gönderilen raporda kaç e-posta gönderip aldığınız, en çok neleri arattığınız gibi bilgiler yer alıyor.
Gmail meter: Sadece Gmail istatistikleri üzerine yoğunlaşan Gmail Meter, kaç e-posta aldığınızı, size en çok kimlerin e-posta gönderdiğini, e-posta trafiğinizin haftanın hangi günlerinde yoğun olduğunu ve fazlasını gösteriyor.
My Maps: Google Maps'e entegre bir işlev olan My Maps (Haritalarım), özel rotalar ve konumlara sahip kendi haritalarınızı oluşturmanıza ve onları kaydetmenize izin veriyor.
Schemer: Schemer, yakınınızdaki yerleri ve fazlasını bulmanıza yardımcı olan bir web sitesi ve mobil uygulama.
Hangouts: Google Hangouts ile videolu konferanslar düzenlemek çok kolay. Hangouts'u Google+ hesabınız olmadan kullanmak istiyorsanız, onu Gmail içinden direkt olarak açabilirsiniz. Hangouts, aynı anda 10 kişiye kadar videolu konferans yapmanıza izin veriyor.
Takeout: "Sizin verileriniz sizindir" anlayışını savunan Google, farklı Google hizmetlerindeki verilerinizi Google Takeout ile kolaylıkla indirebilmenize izin veriyor. Google Takeout'un bir parçası olmayan hizmetler için Data Liberation Front web sitesine gidebilir ve verilerinizi nasıl indirebileceğinizi öğrenebilirsiniz. Gmail hesabınızı yedeklemek için IMAP destekli bir e-posta istemcisi kullanmalısınız.
Zeitgeist ve Hot Trends: Google Zeitgeist, Google'ın meydana getirdiği arama sayıları, trendleri gibi bilgileri bir araya getiren yıllık bir rapor. Hot Trends ise Zeitgeist'e göre size daha güncel bir rapor sunuyor ve kullanıcıların bugün en çok neleri arattıklarını gösteriyor.
Latitude: Bir konum izleme aracı olan Google Latitude, akıllı cebinizden Google'a yerinizi bildirmenizi sağlıyor. Bu sayede arkadaşlarınızı Latitude'a ekleyebiliyor ve nerede olduklarını harita üzerinde görebiliyorsunuz.
Google Public DNS: İnternet servis sağlayıcınızın DNS hizmeti yerine kullanabileceğiniz Google Public DNS, size yüksek bir hız ve ek güvenlik özellikleri vadediyor.
Goo.gl URL kısaltıcısı: Herhangi bir nedenle uzun bir web adresini kısaltmanız gerektiğinde, Google'ın bu URL kısaltma hizmetini kullanabilirsiniz.

25 Nisan 2013 Perşembe

Kırık Cam Teorisi

Suçlarla mücadeleyi nasıl başardın?" sorusuna Guiliani'nin cevabı:
 
"Metruk bir bina düşünün. Binanın camlarından biri bile kırık olsa, o  camı hemen tamir ettirmezseniz, çok kısa sürede, oradan geçen herkes bir taş atıp, binanın tüm camlarını kırar. Ben ilk cam kırıldığında hemen tamir ettirdim.

 Bir elektrik direğinin dibine ya da bir binanın köşesine, biri, bir torba çöp bıraksın. O çöpü hemen oradan kaldırmazsanız, her geçen, çöpünü oraya bırakır ve çok kısa bir sürede dağlar gibi çöp birikir. Ben ilk konan çöp torbasını kaldırttım."
 
Bir sokağın suç bölgesine dönüşme süreci önce tek bir pencere camının kırılmasıyla başlıyor. Çevreden tepki gelmez ve cam hemen tamir edilmezse, oradan geçenler o bölgede düzeni sağlayan bir otorite olmadığını düşünüyor, diğer camları da kırıyor. Ardından daha büyük suçlar geliyor; bir süre sonra o sokak, polisin giremediği bir mahalleye dönüşüyor.

Bunu anlayan New York polisi, önce küçük suçların peşine düşmüş. Metroya bilet almadan binenleri, apartman girişlerini tuvalet olarak kullananları, kamu malına zarar verenleri, hatta içki şişelerini yola atanları bile yakalayıp haklarında işlem yapmış.
 
Polis bu kararlılığıyla "Küçük müçük, bizim için hiç fark etmez; bu sokağın, metro istasyonunun veya mahallenin suç üreten bir bölge olmasına izin vermeyeceğiz. " demiş.'Kırık Cam Teorisi' ABD'li suç psikologu Philip Zimbardo'nun 1969'da yaptığı bir deneyden ilham alarak geliştirilmişti.
Zimbardo, suç oranının yüksek olduğu, yoksul Bronx ve daha yüksek yaşam standardına sahip Palo Alto bölgelerine birer 1959 model Oldsmobile bıraktı.
 
Araçların plakası yoktu, kaputları aralıktı. Ve olup bitenleri gizli kamerayla izledi. Bronx'taki otomobil üç gün içinde baştan aşağıya yağmalandı. Diğerine ise bir hafta boyunca kimse dokunmadı. Ardından Zimbardo ile iki öğrencisi 'sağ kalan' otomobilin yanına gidip çekiçle kelebek camını kırdı. Daha ilk darbe indirilmişti ki çevredeki insanlar ,zengin beyazlarda olaya dahil oldu. Birkaç dakika sonra o otomobil de kullanılmaz hale gelmişti.

"Demek ki" diyordu Zimbardo, "ilk camın kırılmasına ya da çevreyi kirleten ilk duvar yazısına izin vermemek gerek. Aksi halde kötü gidişatı engelleyemeyiz. "

24 Nisan 2013 Çarşamba

İstanbul Yağmur Ağlıyor...

Kasım 1987… İstanbul yağmur ağlıyor… soğuk… Kadıköy’de bir saçak altına sığındık. İzbe bir köşeden, yağmurdan kaçanları izliyoruz… sımsıkı sargınız birbirimize… kafası tam göğsümün üstünde duruyor. 
Başını hafifçe kaldırıp, iri gözleriyle yüzüme baktı ve “buradan kalbinin atışını duyabiliyorum” dedi. Gülümsedim. Islak saçlarını kokladım. Eli elimdeydi. Öpüşmenin tılsımını daha keşfetmemiş ve tüketmemiştik… sırılsıklamken bile ıslanmaya devam etmekten şikayetçi olmamaktı galiba aşk
 

 İstanbul, hala yağmur ağlıyordu. “sana olan sevgim neden hep korkuyla beraber büyüyor içimde” diye sordum sonra. Önce duraksadı. Hiçbir şey söylemedi. Bir şimşek, aydınlattı caddeleri. Ardından kocaman bir gök gürültüsü duyuldu. Sıçradı ve saha sıkı sarıldı. “sanırım gitmemden korkuyorsun” dedi kaygılı bir ses tonuyla. “sevdikçe korkuyorsun, korktukça daha çok seviyorsun” diye devam etti. Yağmur iyice hızlanmıştı. Evet, sevgim büyüdükçe, onu kaybetme korkum da büyüyordu aynı orantıda. Hatta zaman zaman o korku, sevginin önüne geçiyordu. İşte öyle zamanlarda arabesk bir hüzünle çıldırıyor, saldırganlaşıyor hatta kalbini kırıyordum; sebebini bile bilmeden... İstanbul hala yağmur ağlıyor…
Birini hep kaybedeceğinizi düşünerek seviyorsanız, aşkı didikleyerek yaşamaya başlıyorsunuz bir zaman sonra... tutunamayanlardan oluveriyorsunuz hiç anlamadan…daha fazla sahip çıkmak adına kısıtladığınız özgürlükler, korkularınızın tetiklediği kıskançlık nöbetleri ve sizi o son noktaya getiren “ben sana güveniyorum, etrafa güvenmiyorum” söylemiyle maskelediğiniz, kendinize olan güvensizliğiniz ve siz… 
Peki, sonuç ne mi oluyor? Korktuğunuz şey sevdiğiniz insanın bir gün başkasını sevmesi olduğu halde, aslında sevdiğinizi siz, “başkalarını sevmeler”in kapı eşiğine kendi ellerinizle bırakıyorsunuz bilmeden! Sonra, yaptığınız yanlışın ne olduğunu dahi anlamadan, hep karşı tarafı suçlayarak kendi yolunuza devam ediyorsunuz; sebebi “kendiniz” olan hak edilmiş bir terk edilmişlikle…
Bunları nereden bilebilirdim ki o zaman. Benim yaşadığım hikayeyle hiçbir ilgisi yoktu bunun. Aşkın dikenli yollarına yalınayak fırlamış, fırlatılmıştım… ve toydum… ve kirlenmemiş… ve çok çocuk… ve İstanbul hala yağmur ağlıyordu. 
Bir kafeye girdik sonra. Sıcak bir çayla ısıttık içimizi. Bir ara masadan kalktı ve ben peçeteye alelacele bir not karaladım. “Bir gün gidersen, beni 'kaldığına' inandırarak git. Ben ancak, gitmediğine inanarak yaşayabilirim...” o gelene kadar çantasına atıvermiştim bile.
Günler haftaları, haftalar ayları kovalıyor; onunla buluşmak giderek güçleşiyordu. Önce okul, sonra ailesi, sonra iş… en sonra ben… bazen bakkala bırakılan küçük notlarla, bazen de eve gönderilen uzun mektuplarla, kağıtlarda sürüp giden bir aşka dönüşüyordu bu ilişki. Ve ben yolumu “yolu” yapmanın hayalleriyle, bir türlü fark edemiyordum hunharca akıp giden zamanı…

Yıllar sonra, İstanbul’un yine yağmur ağladığı bir günde kendimi Kadıköy’deki o saçak altında buluverdim. Onunla ıslandığımız son izbedeydim şimdi. Ve hayatın tuhaf tesadüflerinden biri gerçekleşti o gün… önce bana doğru el ele yürüyen bir çift gördüm. Oydu… gülümseyerek yaklaştılar ve yıllar sonra gördüğü uzak bir dostuna uzatır gibi uzattı elini. Dokunmanın hazzını artık unuttuğum elini sıkarken, “ne kadar uzun zaman oldu değil mi kahraman” diye sordu. İşte o anda anladım, yıllar önce bir peçeteye karaladığım o notun gereğini yaptığını...
Evet! Dediğimi yapmıştı. Beni kaldığına inandırarak gitmişti işte! Bense hep yanımda olduğunu düşünerek devam etmiş, edebilmiştim yaşamaya. Öyle ya ancak gitmediğine inanarak yaşayabilirdim, o da beni böyle yaşatmıştı işte… sonra yanındakini işaret ederek, “tanıştırayım, nişanlım Faruk”dedi. Yüzüme zorla yerleştirdiğim emanet gülüşümle selamladım. Ayaküstü yapılan kısa ve boş bir sohbetin ardından, sadece söylenmiş olmak için söylenen bir “kendine iyi bak”la uzaklaştılar yanımdan İstanbul yağmur ağlıyordu. 
Yıkılmışlığımın enkazı altında nefes almaya çalıştığım sırada geri döndü ve gözlerindeki yaşları saklamaya çalışarak,“meğer ne çok beklemişsin dönmemi” dedi. Arkamı dönüp yürümeye başlarken, o’na son sözümü söyledim; “gittiğine inansam, dönmeni beklerdim…” İstanbul hala yağmur ağlıyordu!

23 Nisan 2013 Salı

Afiş Analizi



Üniversitede iletişim okuyanlara verilen kaçınılmaz ödevlerden biridir afiş analizi. Sizlere örnek sunmak adına bir reklam afişini birlikte inceleyelim.

AFİŞ ANALİZİ


Marka: SISLEY

Slogan: Fashioin Junkie ( Alışveriş Bağımlılığı )

Düz Anlam: Alışveriş bağımlıları SISLEY’ den alışveriş yapar.

Yan Anlam: SISLEY alışveriş bağımlılığı yapar.

 Kullanılan Renkler: Kırmızı, siyah, turuncu, sarı, gri.

Kullanılan Nesneler: İçki kadehi, kırmızı eşarp, iki tane kadın model.

Kullanılan Metodlar: Metafor ( Kırmızı eşarbın kırmızı şaraba benzetilmesi )

    RENKLER

    Kırmızı, gözün retina tabakasının hemen arkasında oluşur; bu nedenle rengi algılarken, sanki üstünüze doğru geldiğini hissedersiniz. Uyarıcı bir renktir, dikkat çeker, iştah açıcıdır, tansiyonu yükseltir, heyecanlandırır, metabolizmayı hızlandırır; satış rengi olarak da bilinir.
Afişte kullanılan kırmızı eşarp, şarabı temsil etmektedir. Yani eşarbın kırmızı olması şarabın kırmızı renkte olmasından kaynaklanmaktadır. Kırmızı şarap ise çekiciliği, arzuyu, şehveti çağrıştırır. Sonuç olarak nefse hakimiyeti ve idari kontrolü kaybettiren bir renk kullanılmıştır.

    Siyah, ciddiyet ve ağırlık telkin eder. Küçük yüzeyler halinde kullanıldığında canlılık, büyük yüzeyler halinde kullanıldığında endişe ve korku hissi doğurur.
Afişte kullanılan siyah içki kadehi görünümünü andıran zemin ve kadının siyah kıyafeti, kırmızı eşarp ile uyumlu bir bağlantı içindedir. Siyahla kırmızının bir arada kullanılmasının sebebi ise çekiciliği arttırmaktır. Kırmızının şehveti ile siyahın gizemi birleştiğinde ortaya çıkan görüntü oldukça çekicidir. Bu çekicilik afişte iki sarışın kadın modelin kullanılmasıyla tamamlanmıştır. Ayrıca yoğun biçimde büyük yüzeyler halinde kullanılan siyah gizemi ve endişeyi arttıran bir unsur olmuştur.

    Turuncu güneşi çağrıştırır. Enerji, canlılık, sağlık ve memnuniyet hissettirir. Sıcak, doğal, samimi, neşeli yapılar turuncuyu tercih eder.
Afişte kullanılan turuncu arka plan ise sıcaklığı temsil eder.Afişteki iki modelin vermiş olduğu cesur pozlarla bağlantı içinde olan açık bir turuncu görmekteyiz. Afişteki karanlığı ve siyahı bir nebze olsun hafifletmiş ve afişe canlılık kazandırmıştır.


    Sarı, güneşin ve sıcaklığın olduğu kadar altının, zenginliğin ve lüksün de sembolüdür. Afişte kullanılan modellerin saç rengi sarıdır. Bu cinselliği temsil ederken aynı zamanda lüksü zenginliği ve modayı çağrıştırır.


    ANALİZ

    Kadın bedeni temsillerinin çıplak, yarı çıplak, dokunurken, sarılırken, öpüşürken, soyunurken, ya da aktif cinsellikte gösterildiği durumlarda bile, daha çok yan anlamsal düzeyde, çağrışımsal olarak anlamlandırılması gerekmektedir.

    Afişte oldukça etkileyici iki kadın model, bedenleri birbirine temas halinde ve birbirine yakın biçimde fotoğraflanmıştır. Reklam imgesine bakıldığında modellerden önde olanı ufka doğru yönelmiş bakışları ile sanki bir şeyleri bekler gibi fotoğraflanmışken, bu modelin arkasındaki model hınzır biçimde kameraya yani izleyicinin gözünün içine bakmaktadır. Diğer bir deyişle iki kadın birbiriyle fazlaca samimi gösterilmişken tanımlanan ilişki daha çok cinselliği çağrıştırmaktadır.

    İki modelin de renkli gözlerinin olması bakışlarındaki şeytanlığı, çekiciliğini arttırırken ayrı bir seksi görünüm elde etmelerini sağlamıştır. Modellerin güzellik kaygısı olmadan verdiği pozlar olayın bütününün doğallığına vurgu yapmıştır. Aynı zamanda sloganda olduğu gibi modellerde bir bağımlılık söz konusudur. Bu bağımlılık modellerin dış görünüşüne de yansımıştır. Modellerden birinin iç çamaşırının görünmesi ise yine bir cinsellik unsurunun vurgulanmasıdır.

    İçki kadehinden dökülen şarap görünümlü kırmızı eşarp ise afişe farklı bir boyut kazandırmıştır. Slogandaki moda bağımlılığı ile içki kadehi ve kırmızı eşarbın birbirleriyle uyumlu bir bütün içinde oldukları görülmektedir. Alt kısımda ki modelin sanki o eşarbı (şarabı)  içiyormuş gibi görünmesi bu bağımlılığın ne derece olduğunu vurgulanmaktadır.

    Ayrıca afişte kırmızı eşarbın şaraba benzetilmesi metafora örnektir.

Büyük gelinle yetinmeyip, birde yanına minyatürünü eklerler...

Kürşat Bayhan’ın Kars’ın Kenarbel köyünde çektiği bu fotoğrafa “babalarının kendileri için İstanbul’dan gönderdiği gelinliklerle düğüne gitmeye hazırlanan kız kardeşler” notu düşülmüş.
Kızlar gündelik giysileri üzerine geçirmişler gelinlikleri. Üşütmesinler diye anneleri öyle uygun gördü herhalde, bak sonra duvağınızı takmam diye de korkutmuştur kesin. Kızlar hediyelerine bayılmış, bir an önce beyaza kesmek istemişler belli ki. Koskoca İstanbul’dan alınmış, kimbilir kaç paralar sayılmış. Belleklerindeki küçük sözlüğü açsak göreceğiz, gelinlik demek mutluluk demek. Aksi olsa babaları göndermez, anneleri giydirmez, onlara her bakan yakında sahicisini de giyeceklerini düşünmezdi.  
Büyükler böyledir işte. İlle kendilerine benzetirler yavrularını. Düğün dernek mi var, darısı bizimkilere deyip, prova yaptırırlar kızlarına. Büyük gelinle  yetinmeyip, bir de yanında minyatürünü isterler. Çocukları oyuncaklarıdır çünkü. Vaktiyle oyuna doyamadıklarından, şimdi arayı böyle kapatırlar. Bilmezler onları nasıl yaraladıklarını, tanımazlar kendi yaralarını.   
Bu kız kardeşler, bir yol ağzında durup kameraya böyle tatlı gülümserken akılları evde kalan duvaklarında mıdır? Rüzgar tülden eteklerini uçururken uygun bir eş var mıdır hayallerinde? Gelin olmanın öteki yüzünü biliyorlar mıdır? Olgunlaşmaları beklenmeden kocaya verilmek istendiklerinde, bu provanın hayrını görecekler midir? Kendileri aşka düşüp de sevdiklerine verilmediklerinde, kaçıp bir an önce gelinliğin hatırına, sonra ateşlerde yanacaklar mıdır; arkalarından kovalanıp canları alınacaklar mıdır?
                    Nuriye Akman 

Bir yerlerde çocuklar var, çocuk olduğunu unutan çocuklar!



Sinekler en çok onu seviyor 
Çaresizliğin kollarında.
Ve yakıcı bir güneş ki sorma 
Yüzyıllardır coğrafyasında !

Açlık ki en çok onu dövüyor 
Susuzluktan bez gibi derisi.
Bir akbaba var başucunda 
Bitsin diye bekliyor enerjisi...


Sibelce'nin Kaleminden...

Sömürülen İnsanlar...

"15 günde kekemeliğe son" başlıklı insanların zayıf noktalarıyla insafsızca vicdansızca sömürülen insanlar...

Be adam doktorlar bile ilacı yazdığında "1 saat 10 dakika, 30 saniye sonra baş ağrın geçecek" diye bir taahhüt veremezken, sen nasıl duyguları hassas olan engelli insanlara umut vererek 15 günde kekemeliğe son diyorsun...

Kekemeliğe son dersin, eyvallah... Fakat 15 günde diyorsun. İnsanları umutlandırıyorsun. Peki hiç araştırdın mı intiharların çoğu neden oluyor diye? İnsanların fazla umutlanması ve bunun sonucunda hüsrana uğramasından oluyor.. Belki senin yüzünden bir çok masum insan hayata küsüyor, düzeleceği varsa da düzelmiyor.

Yapma nolur...
İnsanları en zayıf noktasından vurarak kazandığın o para, nasıl boğazından geçecek sorarım? Üstelik hiç bir bilimselliği yok, hiç bir olumlu sonucu yokken. Doktorlar bile ümit vermezken sende kim oluyorsun be adam!

Unutmayalım ki kekemeliğin tedavisi uzun bir süreçtir, lütfen "Konuşma Engelliler Federasyonu" dışındaki resmi olmayan kurumlara itibar etmeyelim...