25 Nisan 2013 Perşembe

Kırık Cam Teorisi

Suçlarla mücadeleyi nasıl başardın?" sorusuna Guiliani'nin cevabı:
 
"Metruk bir bina düşünün. Binanın camlarından biri bile kırık olsa, o  camı hemen tamir ettirmezseniz, çok kısa sürede, oradan geçen herkes bir taş atıp, binanın tüm camlarını kırar. Ben ilk cam kırıldığında hemen tamir ettirdim.

 Bir elektrik direğinin dibine ya da bir binanın köşesine, biri, bir torba çöp bıraksın. O çöpü hemen oradan kaldırmazsanız, her geçen, çöpünü oraya bırakır ve çok kısa bir sürede dağlar gibi çöp birikir. Ben ilk konan çöp torbasını kaldırttım."
 
Bir sokağın suç bölgesine dönüşme süreci önce tek bir pencere camının kırılmasıyla başlıyor. Çevreden tepki gelmez ve cam hemen tamir edilmezse, oradan geçenler o bölgede düzeni sağlayan bir otorite olmadığını düşünüyor, diğer camları da kırıyor. Ardından daha büyük suçlar geliyor; bir süre sonra o sokak, polisin giremediği bir mahalleye dönüşüyor.

Bunu anlayan New York polisi, önce küçük suçların peşine düşmüş. Metroya bilet almadan binenleri, apartman girişlerini tuvalet olarak kullananları, kamu malına zarar verenleri, hatta içki şişelerini yola atanları bile yakalayıp haklarında işlem yapmış.
 
Polis bu kararlılığıyla "Küçük müçük, bizim için hiç fark etmez; bu sokağın, metro istasyonunun veya mahallenin suç üreten bir bölge olmasına izin vermeyeceğiz. " demiş.'Kırık Cam Teorisi' ABD'li suç psikologu Philip Zimbardo'nun 1969'da yaptığı bir deneyden ilham alarak geliştirilmişti.
Zimbardo, suç oranının yüksek olduğu, yoksul Bronx ve daha yüksek yaşam standardına sahip Palo Alto bölgelerine birer 1959 model Oldsmobile bıraktı.
 
Araçların plakası yoktu, kaputları aralıktı. Ve olup bitenleri gizli kamerayla izledi. Bronx'taki otomobil üç gün içinde baştan aşağıya yağmalandı. Diğerine ise bir hafta boyunca kimse dokunmadı. Ardından Zimbardo ile iki öğrencisi 'sağ kalan' otomobilin yanına gidip çekiçle kelebek camını kırdı. Daha ilk darbe indirilmişti ki çevredeki insanlar ,zengin beyazlarda olaya dahil oldu. Birkaç dakika sonra o otomobil de kullanılmaz hale gelmişti.

"Demek ki" diyordu Zimbardo, "ilk camın kırılmasına ya da çevreyi kirleten ilk duvar yazısına izin vermemek gerek. Aksi halde kötü gidişatı engelleyemeyiz. "

24 Nisan 2013 Çarşamba

İstanbul Yağmur Ağlıyor...

Kasım 1987… İstanbul yağmur ağlıyor… soğuk… Kadıköy’de bir saçak altına sığındık. İzbe bir köşeden, yağmurdan kaçanları izliyoruz… sımsıkı sargınız birbirimize… kafası tam göğsümün üstünde duruyor. 
Başını hafifçe kaldırıp, iri gözleriyle yüzüme baktı ve “buradan kalbinin atışını duyabiliyorum” dedi. Gülümsedim. Islak saçlarını kokladım. Eli elimdeydi. Öpüşmenin tılsımını daha keşfetmemiş ve tüketmemiştik… sırılsıklamken bile ıslanmaya devam etmekten şikayetçi olmamaktı galiba aşk
 

 İstanbul, hala yağmur ağlıyordu. “sana olan sevgim neden hep korkuyla beraber büyüyor içimde” diye sordum sonra. Önce duraksadı. Hiçbir şey söylemedi. Bir şimşek, aydınlattı caddeleri. Ardından kocaman bir gök gürültüsü duyuldu. Sıçradı ve saha sıkı sarıldı. “sanırım gitmemden korkuyorsun” dedi kaygılı bir ses tonuyla. “sevdikçe korkuyorsun, korktukça daha çok seviyorsun” diye devam etti. Yağmur iyice hızlanmıştı. Evet, sevgim büyüdükçe, onu kaybetme korkum da büyüyordu aynı orantıda. Hatta zaman zaman o korku, sevginin önüne geçiyordu. İşte öyle zamanlarda arabesk bir hüzünle çıldırıyor, saldırganlaşıyor hatta kalbini kırıyordum; sebebini bile bilmeden... İstanbul hala yağmur ağlıyor…
Birini hep kaybedeceğinizi düşünerek seviyorsanız, aşkı didikleyerek yaşamaya başlıyorsunuz bir zaman sonra... tutunamayanlardan oluveriyorsunuz hiç anlamadan…daha fazla sahip çıkmak adına kısıtladığınız özgürlükler, korkularınızın tetiklediği kıskançlık nöbetleri ve sizi o son noktaya getiren “ben sana güveniyorum, etrafa güvenmiyorum” söylemiyle maskelediğiniz, kendinize olan güvensizliğiniz ve siz… 
Peki, sonuç ne mi oluyor? Korktuğunuz şey sevdiğiniz insanın bir gün başkasını sevmesi olduğu halde, aslında sevdiğinizi siz, “başkalarını sevmeler”in kapı eşiğine kendi ellerinizle bırakıyorsunuz bilmeden! Sonra, yaptığınız yanlışın ne olduğunu dahi anlamadan, hep karşı tarafı suçlayarak kendi yolunuza devam ediyorsunuz; sebebi “kendiniz” olan hak edilmiş bir terk edilmişlikle…
Bunları nereden bilebilirdim ki o zaman. Benim yaşadığım hikayeyle hiçbir ilgisi yoktu bunun. Aşkın dikenli yollarına yalınayak fırlamış, fırlatılmıştım… ve toydum… ve kirlenmemiş… ve çok çocuk… ve İstanbul hala yağmur ağlıyordu. 
Bir kafeye girdik sonra. Sıcak bir çayla ısıttık içimizi. Bir ara masadan kalktı ve ben peçeteye alelacele bir not karaladım. “Bir gün gidersen, beni 'kaldığına' inandırarak git. Ben ancak, gitmediğine inanarak yaşayabilirim...” o gelene kadar çantasına atıvermiştim bile.
Günler haftaları, haftalar ayları kovalıyor; onunla buluşmak giderek güçleşiyordu. Önce okul, sonra ailesi, sonra iş… en sonra ben… bazen bakkala bırakılan küçük notlarla, bazen de eve gönderilen uzun mektuplarla, kağıtlarda sürüp giden bir aşka dönüşüyordu bu ilişki. Ve ben yolumu “yolu” yapmanın hayalleriyle, bir türlü fark edemiyordum hunharca akıp giden zamanı…

Yıllar sonra, İstanbul’un yine yağmur ağladığı bir günde kendimi Kadıköy’deki o saçak altında buluverdim. Onunla ıslandığımız son izbedeydim şimdi. Ve hayatın tuhaf tesadüflerinden biri gerçekleşti o gün… önce bana doğru el ele yürüyen bir çift gördüm. Oydu… gülümseyerek yaklaştılar ve yıllar sonra gördüğü uzak bir dostuna uzatır gibi uzattı elini. Dokunmanın hazzını artık unuttuğum elini sıkarken, “ne kadar uzun zaman oldu değil mi kahraman” diye sordu. İşte o anda anladım, yıllar önce bir peçeteye karaladığım o notun gereğini yaptığını...
Evet! Dediğimi yapmıştı. Beni kaldığına inandırarak gitmişti işte! Bense hep yanımda olduğunu düşünerek devam etmiş, edebilmiştim yaşamaya. Öyle ya ancak gitmediğine inanarak yaşayabilirdim, o da beni böyle yaşatmıştı işte… sonra yanındakini işaret ederek, “tanıştırayım, nişanlım Faruk”dedi. Yüzüme zorla yerleştirdiğim emanet gülüşümle selamladım. Ayaküstü yapılan kısa ve boş bir sohbetin ardından, sadece söylenmiş olmak için söylenen bir “kendine iyi bak”la uzaklaştılar yanımdan İstanbul yağmur ağlıyordu. 
Yıkılmışlığımın enkazı altında nefes almaya çalıştığım sırada geri döndü ve gözlerindeki yaşları saklamaya çalışarak,“meğer ne çok beklemişsin dönmemi” dedi. Arkamı dönüp yürümeye başlarken, o’na son sözümü söyledim; “gittiğine inansam, dönmeni beklerdim…” İstanbul hala yağmur ağlıyordu!

23 Nisan 2013 Salı

Afiş Analizi



Üniversitede iletişim okuyanlara verilen kaçınılmaz ödevlerden biridir afiş analizi. Sizlere örnek sunmak adına bir reklam afişini birlikte inceleyelim.

AFİŞ ANALİZİ


Marka: SISLEY

Slogan: Fashioin Junkie ( Alışveriş Bağımlılığı )

Düz Anlam: Alışveriş bağımlıları SISLEY’ den alışveriş yapar.

Yan Anlam: SISLEY alışveriş bağımlılığı yapar.

 Kullanılan Renkler: Kırmızı, siyah, turuncu, sarı, gri.

Kullanılan Nesneler: İçki kadehi, kırmızı eşarp, iki tane kadın model.

Kullanılan Metodlar: Metafor ( Kırmızı eşarbın kırmızı şaraba benzetilmesi )

    RENKLER

    Kırmızı, gözün retina tabakasının hemen arkasında oluşur; bu nedenle rengi algılarken, sanki üstünüze doğru geldiğini hissedersiniz. Uyarıcı bir renktir, dikkat çeker, iştah açıcıdır, tansiyonu yükseltir, heyecanlandırır, metabolizmayı hızlandırır; satış rengi olarak da bilinir.
Afişte kullanılan kırmızı eşarp, şarabı temsil etmektedir. Yani eşarbın kırmızı olması şarabın kırmızı renkte olmasından kaynaklanmaktadır. Kırmızı şarap ise çekiciliği, arzuyu, şehveti çağrıştırır. Sonuç olarak nefse hakimiyeti ve idari kontrolü kaybettiren bir renk kullanılmıştır.

    Siyah, ciddiyet ve ağırlık telkin eder. Küçük yüzeyler halinde kullanıldığında canlılık, büyük yüzeyler halinde kullanıldığında endişe ve korku hissi doğurur.
Afişte kullanılan siyah içki kadehi görünümünü andıran zemin ve kadının siyah kıyafeti, kırmızı eşarp ile uyumlu bir bağlantı içindedir. Siyahla kırmızının bir arada kullanılmasının sebebi ise çekiciliği arttırmaktır. Kırmızının şehveti ile siyahın gizemi birleştiğinde ortaya çıkan görüntü oldukça çekicidir. Bu çekicilik afişte iki sarışın kadın modelin kullanılmasıyla tamamlanmıştır. Ayrıca yoğun biçimde büyük yüzeyler halinde kullanılan siyah gizemi ve endişeyi arttıran bir unsur olmuştur.

    Turuncu güneşi çağrıştırır. Enerji, canlılık, sağlık ve memnuniyet hissettirir. Sıcak, doğal, samimi, neşeli yapılar turuncuyu tercih eder.
Afişte kullanılan turuncu arka plan ise sıcaklığı temsil eder.Afişteki iki modelin vermiş olduğu cesur pozlarla bağlantı içinde olan açık bir turuncu görmekteyiz. Afişteki karanlığı ve siyahı bir nebze olsun hafifletmiş ve afişe canlılık kazandırmıştır.


    Sarı, güneşin ve sıcaklığın olduğu kadar altının, zenginliğin ve lüksün de sembolüdür. Afişte kullanılan modellerin saç rengi sarıdır. Bu cinselliği temsil ederken aynı zamanda lüksü zenginliği ve modayı çağrıştırır.


    ANALİZ

    Kadın bedeni temsillerinin çıplak, yarı çıplak, dokunurken, sarılırken, öpüşürken, soyunurken, ya da aktif cinsellikte gösterildiği durumlarda bile, daha çok yan anlamsal düzeyde, çağrışımsal olarak anlamlandırılması gerekmektedir.

    Afişte oldukça etkileyici iki kadın model, bedenleri birbirine temas halinde ve birbirine yakın biçimde fotoğraflanmıştır. Reklam imgesine bakıldığında modellerden önde olanı ufka doğru yönelmiş bakışları ile sanki bir şeyleri bekler gibi fotoğraflanmışken, bu modelin arkasındaki model hınzır biçimde kameraya yani izleyicinin gözünün içine bakmaktadır. Diğer bir deyişle iki kadın birbiriyle fazlaca samimi gösterilmişken tanımlanan ilişki daha çok cinselliği çağrıştırmaktadır.

    İki modelin de renkli gözlerinin olması bakışlarındaki şeytanlığı, çekiciliğini arttırırken ayrı bir seksi görünüm elde etmelerini sağlamıştır. Modellerin güzellik kaygısı olmadan verdiği pozlar olayın bütününün doğallığına vurgu yapmıştır. Aynı zamanda sloganda olduğu gibi modellerde bir bağımlılık söz konusudur. Bu bağımlılık modellerin dış görünüşüne de yansımıştır. Modellerden birinin iç çamaşırının görünmesi ise yine bir cinsellik unsurunun vurgulanmasıdır.

    İçki kadehinden dökülen şarap görünümlü kırmızı eşarp ise afişe farklı bir boyut kazandırmıştır. Slogandaki moda bağımlılığı ile içki kadehi ve kırmızı eşarbın birbirleriyle uyumlu bir bütün içinde oldukları görülmektedir. Alt kısımda ki modelin sanki o eşarbı (şarabı)  içiyormuş gibi görünmesi bu bağımlılığın ne derece olduğunu vurgulanmaktadır.

    Ayrıca afişte kırmızı eşarbın şaraba benzetilmesi metafora örnektir.

Büyük gelinle yetinmeyip, birde yanına minyatürünü eklerler...

Kürşat Bayhan’ın Kars’ın Kenarbel köyünde çektiği bu fotoğrafa “babalarının kendileri için İstanbul’dan gönderdiği gelinliklerle düğüne gitmeye hazırlanan kız kardeşler” notu düşülmüş.
Kızlar gündelik giysileri üzerine geçirmişler gelinlikleri. Üşütmesinler diye anneleri öyle uygun gördü herhalde, bak sonra duvağınızı takmam diye de korkutmuştur kesin. Kızlar hediyelerine bayılmış, bir an önce beyaza kesmek istemişler belli ki. Koskoca İstanbul’dan alınmış, kimbilir kaç paralar sayılmış. Belleklerindeki küçük sözlüğü açsak göreceğiz, gelinlik demek mutluluk demek. Aksi olsa babaları göndermez, anneleri giydirmez, onlara her bakan yakında sahicisini de giyeceklerini düşünmezdi.  
Büyükler böyledir işte. İlle kendilerine benzetirler yavrularını. Düğün dernek mi var, darısı bizimkilere deyip, prova yaptırırlar kızlarına. Büyük gelinle  yetinmeyip, bir de yanında minyatürünü isterler. Çocukları oyuncaklarıdır çünkü. Vaktiyle oyuna doyamadıklarından, şimdi arayı böyle kapatırlar. Bilmezler onları nasıl yaraladıklarını, tanımazlar kendi yaralarını.   
Bu kız kardeşler, bir yol ağzında durup kameraya böyle tatlı gülümserken akılları evde kalan duvaklarında mıdır? Rüzgar tülden eteklerini uçururken uygun bir eş var mıdır hayallerinde? Gelin olmanın öteki yüzünü biliyorlar mıdır? Olgunlaşmaları beklenmeden kocaya verilmek istendiklerinde, bu provanın hayrını görecekler midir? Kendileri aşka düşüp de sevdiklerine verilmediklerinde, kaçıp bir an önce gelinliğin hatırına, sonra ateşlerde yanacaklar mıdır; arkalarından kovalanıp canları alınacaklar mıdır?
                    Nuriye Akman 

Bir yerlerde çocuklar var, çocuk olduğunu unutan çocuklar!



Sinekler en çok onu seviyor 
Çaresizliğin kollarında.
Ve yakıcı bir güneş ki sorma 
Yüzyıllardır coğrafyasında !

Açlık ki en çok onu dövüyor 
Susuzluktan bez gibi derisi.
Bir akbaba var başucunda 
Bitsin diye bekliyor enerjisi...


Sibelce'nin Kaleminden...

Sömürülen İnsanlar...

"15 günde kekemeliğe son" başlıklı insanların zayıf noktalarıyla insafsızca vicdansızca sömürülen insanlar...

Be adam doktorlar bile ilacı yazdığında "1 saat 10 dakika, 30 saniye sonra baş ağrın geçecek" diye bir taahhüt veremezken, sen nasıl duyguları hassas olan engelli insanlara umut vererek 15 günde kekemeliğe son diyorsun...

Kekemeliğe son dersin, eyvallah... Fakat 15 günde diyorsun. İnsanları umutlandırıyorsun. Peki hiç araştırdın mı intiharların çoğu neden oluyor diye? İnsanların fazla umutlanması ve bunun sonucunda hüsrana uğramasından oluyor.. Belki senin yüzünden bir çok masum insan hayata küsüyor, düzeleceği varsa da düzelmiyor.

Yapma nolur...
İnsanları en zayıf noktasından vurarak kazandığın o para, nasıl boğazından geçecek sorarım? Üstelik hiç bir bilimselliği yok, hiç bir olumlu sonucu yokken. Doktorlar bile ümit vermezken sende kim oluyorsun be adam!

Unutmayalım ki kekemeliğin tedavisi uzun bir süreçtir, lütfen "Konuşma Engelliler Federasyonu" dışındaki resmi olmayan kurumlara itibar etmeyelim...